ADI OLMAYAN DÜNYA
Bazen karanlık çöktüğünde gecenin içine çekilirim. Hayatın anlamlarının gizli olduğu atmosferdeki oksijen baloncuklarını hızlı hızlı solur, içimde parçalandıkça açığa çıkanların kanıma karışmasına izin veririm. O zamanlarda her şeyin adını unuturum. Ben adlarını unuttukça onları çevreleyen sis perdeleri dağılır. Bir ağacı diğerinden ayıranın gökyüzüne ulaşma çabasındaki farklılık olduğunu anlarım. Duyguların, kokuların, seslerin, deneyimlerin ve şeylerin adı olmadığı bu uçsuz bucaksız adsız dünyaya yaklaştıkça küçülürüm, ama hepsini kucaklayacak kadar genişlerim.
-
Adlar, dünyanın tutamaçları, düşmeni engelleyen duygu korkulukları, hayatın kısa yollarıdır. Bir kalıp, bir yankı, hayalet belleklerdeki izsizliğin izleridir. Bir ada tutunduğunda bir anlama tutunduğunu sanırsın. O yüzden koltuğun, masa örtün, sandalyen, masan, sehpan, yatağın vardır. Adı olmayan hiçbir şeyle çevrelemezsin kendini. Bir gün, bir obje yaptım. Balkonun demirliklerine astım. Bardak, kül tablası gibi üzerine herhangi bir nesne koyabileceğin bir yüzeydi bu. Ve bir adı yoktu. Adı olmadığı için her gelen onu görüyor, ve onun ne olduğunu soruyordu. Ne olduğu çok belli olduğu halde bir adının olmaması onu sahipsiz, değersiz ve hatta işlevsiz kılıyordu. Onu düşünmek, var etmek, varlığı için yeterli olmadı. Ama bu nasıl bir çelişkidir ki, adı olmadığı için varlığı sorgulanan o şey, belirginleşmişti. Her ad, o şeyle arana çekilen perde gibidir. Görmeni engeller. Şu karşımda yükselen ve yıllardır göremediğim ıhlamur ağacı gibi.
Ve ne gariptir ki, ben bütün ağaçların adlarını ezberledim. Yapraklarının şekillerine, her renge bir ad vermeye çalıştım. Tanrıların adlarını ezberledim. Tanıdığım insanların adlarını aklımda tuttum, tanımadığım insanlara adlarını sordum. Sokakların adlarını, ülkelerin adlarını ezberledim. Bütün adları unuttuğumda kaybolacağımı sandım. Bir denizin ortasında bir haritaya bakıp koy adlarını gördüğümde, kaybolmadığımı sandım. Adı olmayan bir şeye ad verdiğimde, benim olduğunu sandım. Var olmayan bir şeye ad verdiğimde, onu var ettiğimi sandım. Bir şeyin adını öğrendiğimde, onu anladığımı sandım. Adları okudukça aramayı bıraktım, adları yazdıkça anlamları yanımda taşıdığımı sandım. Adları cümle içinde kullandıkça, anlamları birbirine bağladığımı ve yazı yazdığımı düşündüm.
Ad verdik ve dünyayı böldük. Ad verdik ve insanları ayırdık. Böylece savaşlar çıktı. Ama hiç sorun yoktu, hemen savaşlara da bir ad verdik. Sonra ad bakanlıkları kuruldu. Ve savaş galiplerinin adlarına yeni adlar eklenmeye başlandı. Hem de tamamen ücretsiz.
Bize bir ad kondu ve kendimizi tanıyacağımız sanıldı. Ve önce adımızı yazmamız öğretildi.
En güzel adları koyanları alkışladık. Adını beğenmediklerimizi yadırgadık. Çok adı olanı, daha çok alkışladık. Adlar uzayıp anlamsızlaştıkça, bir anlam yaratmak için ad verdiğimizi bile tamamen unutmuş haldeydik. Adlar uzadı, anlamlar kısaldı.
Adını söylemeyenlere deli dedik, hislerine adlar vermeyene intihara meyilli.
Ben mesela bir 'yıldız bilimcisiyim' dediğim için kendime, yazmakta özgürleştim. Yoksa deli derlerdi bana da. Ve yazmaya çalıştığım düşünceler de deliliğimin kanıtları olurdu.
Binalar diktik. Birbirinin tamamen aynısı. Adlar vererek onları ayırdık. Okul, hastane, hapishane, tımarhane, karakol, ev, istasyon, fabrika, cami. İçerideki insanlar, farkı anlamadığında onlara da ad verdik; öğrenci, hasta, suçlu, deli, polis, ev hanımı, yolcu, işçi, inanan.
Amerika kıtasına Amerika diyene kâşif dedik, bulutlara Kümülüs, Stratüs, Sirus diye adlar verene bilim adamı. Beni yanlış anlamayın. Luke Howard'a büyük saygı duyuyorum. Eminim ki bu bulut adlarını koyarken zavallı çocuklara ezberletileceğini düşünmemişti. (Yoksa eminim ki daha kolay adlar seçerdi) Ve böylece insanlığın sonsuza kadar bir bulutu bir köpeğe benzetme hayalini elinden aldığını da anlamamıştı.
Bu arada, bazı adlara özel dedik, ve onları cümle içinde kullanırken dahi, büyük harfle başlatıp saygımızı gösterdik. Şu kimsenin belki okumayacağı yazıda bile bulut adlarına olan saygımı tekrar sunmak isterim.
Bazen ad vermek, aklımıza mukayyet olmak demekti. Aktığını düşündüğümüz zamana bugün, dün, yarın, pazartesi, salı, çarşamba, kurtuluş günü, doğum günü, ocak, şubat, mart gibi adlar vermeseydik vah halimize. Zamanın illüzyon olduğunu söyleyen Einstein'ı bu yüzden sevmedik, ve kafalarımızı karıştırmaması için müfredatımızdan çıkardık. Bunun sonucunda da bazı kelimeleri sözlükten çıkarmak zorunda kaldık; felsefe, aksiyom, belirsizlik, şüphe gibi. Bazı bilim dallarının ise ağaçlarını kestik: anlam bilimi, dil bilimi, kuantum fiziği gibi.
Biz 9 gezegenli bir galaksiye inandık. Ve hepsine adlar verdik. Binlerce gezegenin olması ad bakanlığının işini zora sokacağından yine müfredatımızdan attık. Sonra 8 gezegenin, 9 gezegenden daha iyi olacağını düşündük. Ve gök bilim kurulu toplandı, ad bakanları da çağrıldı ve Plüton'u gezegenlikten attık. Bazı kesimler bunu coşkuyla karşıladı, bazıları ise Plüton'u teselli etti. (Ben de baş harfini büyük yazarak bir nevi teselli ediyorum sayılabilir.)
Sanat eserleri sevilmedi. Çünkü bir boşlukları vardı, bir adları olsa bile. O boşlukları bazen kibarca, bazen de sert bir biçimde 'anlamını sen oluştur' diyordu. Adı olan bir şeye anlam oluşturmaya çalışmak bizim işimiz olamazdı. Hem de bir sandalyeye, uçurum adını vermek; bir uçuruma yaşam adını vermek, yaşama sandalye demek sadece tamamen yanlış adlandırmaydı. Demek ki sanat, doğru ve yanlışın çok net olduğu bir dünyada, yanlış adlar vererek, yanlış yönlendirmelerden başka bir şey değildi.
Bir köprü yıkılsa bile, o yıkıntıya bir köprü dersek, o bir köprüdür. Yeter ki yeri değişmesin.*
Zamanla bazı adlar cisimlerini eritti. Gerçeklik gibi. Uzay gibi. Zaman gibi. Varlık gibi. Bazı adlar ise cisimlerinin altında eridi. Gerçeklik gibi. Uzay gibi. Zaman gibi. Varlık gibi.
Dünya adlarla çok meşguldü; yeni adlar bulunması, onları kategorize etmek, başka dillerdeki karşılıklarını bulmak, bunun için kurum ve kuruluşlar oluşturmak, üniversitede bölümler açmak, müzelere odalar eklemek gibi işlerle. Ben ise onları ezberlemekle koca bir yaşantımı geçirdim. Kendi dilimde ve başka dillerde. Bazen karşılığı olmayan kelimelerle karşılaştım. Komorebi gibi. Biraz şüphelenmedim değil. Anlamları olan adları olmayan şeyler de vardı bu hayatta.
Yüzyıllar sonra bunca çabaya, ciltler dolusu sözlüklere rağmen dünya hâlâ anlamsızdı. Ben ise kemiksiz ve bedensiz. Böylece adsız dünyanın uzun ve dolambaçlı yollarına çıktım. Adımı geride bırakmaya hazır olarak.
-
Yolda defterime şunları yazdım; Anlam; meyveyi yedikten sonra geride kalan çekirdeğinde, rüzgârın uçurduğu tohumlarda, köprünün altındaki boşlukta, ağır ağır oluşan taşların içinde, dağların derinlerinde.
Ben onu her yazmaya kalkıştığımda, her bulduğumda ve tutmaya çalıştığımda kayıp gidiyor zihnimin içinden.
Yasemin Özeri
*Bu düşünceyi 'Terra Nostra' kitabından aldım.
Görsel: Myanmar'da yetişen bir gül ağacının tohumunun fotoğrafı. Bu muhteşem fotoğraf Levon Biss'e ait. 'The Hidden Beauty of Seed and Fruits' adlı kitabından.
Editör: Begüm Koç