DUYGULAR VE BAĞLAR

Bilimcilerin simbiyoz diye tanımladıkları bir yaşam şekli var doğada. İki canlının birbirinden fayda sağlayarak oluşturduğu bir yaşam formu diye açıklarlar. Ama bu gereksinim, bu simbiotik yaşam çok daha karmaşık, çok daha büyük ve sınırsız bence. Ve doğanın bu olağanüstü bağlantılı dünyasını anlatan daha yakın bir kelime bulamadığım için bu kelimenin anlamını genişletmek, ve yazdıklarımı içerisine yerleştirmek istiyorum...
~
439 metre deniz seviyesinin üzerinde, ağaçların arasında bir tepeden, uzaktaki bir tepeye doğru bakıyordum. Gözün görebildiği her yer ağaçtı. Yüksek ve büyük ağaçlar. Yağmurun hemen sonrasıydı. Islak toprak kokusunu duyumsadığımı ve bulutsuz soluk mavi gökyüzünü hatırlıyorum. Bir de akan nehrin hipnoz edici sesi vardı arka planda. Uzun ve yorucu ayların ardından, bu tepede sakin kalarak geçirdiğim üç-beş günün sonrasıydı. Bütün dertlerim, karamsar duygularım, üzüntülerim dibe çökmüş, sularım durulmuştu. Düşüncelerim bulutlar gibi dağılmışken bir rüzgâr esti.
Saçlarım savruldu. Sonra karşı tepedeki ağaçların yaprakları.
İçine düştüğüm dünya mutlak bir dünya gibi dursa da değildi. İçindeydim ama ona değemiyordum. O da benim içime yerleşmişti, ve o da bana değemiyordu. Sanki bir okyanusun derinlerindeydim ama hiç ıslanmıyordum. O rüzgâr estiğinde, ince bir tül gibi üstümü saran atmosferde bir delik açıldı ve bir bağ kuruldu. Nasıl anlatsam? Karmakarışık yaşam ağının bir parçası olduğumu hissettim. Bu, benden, duygularımdan, her sabah matutolypea* kahvesiyle içtiğim üzüntümden daha gerçekti. Duygular sanki bizi hayatta tutan, bizi insan yapan değerlermiş gibi varlar hayatımızda. Ama duygu değil, bağlantılar bizi hayatta tutuyor. Halatlarla iskelelere tutanan tekneler gibiyiz. (Duyumsayamayanlar değil, bağlantıları kopmuş olanlar intihar etmek istemiyorlar mı?) Duygular, içimizdeki havai fişekler gibi. Aniden patlayıp, yaşantımızı bütünüyle etkilediklerini sanmamıza sebep oluyorlar. Bir ömrü bu duyguları tekrar tekrar yaşamaya adıyoruz. Oysa patlıyorlar ve yok oluyorlar.
~
Artık hissettiklerimizin sonucu değil, sanki ezberlerimizin sonucunda olaylarla bağlantılı yaşıyoruz duyguları. Hissetmek, duygulara ulaştıran kablolarsa, bu duygu dünyasında da kablosuz bir yaşama geçtiğimiz söylenebilir. Belki duygu dediğimiz şeyin de tanımı değişti.
Doğadan kopuk yaşadıkça, onunla olan bağlantılarımız zayıflıyor, yok oluyor adeta. Bu da, sanki duygulara daha çok ihtiyacımız varmış gibi düşünmemize yol açıyor. Varlığımızın bir işareti, bir kanıtı gibi. Demek ki, yaşadığımızı anlamak için kanıtlara ihtiyaç duyduğumuz bir zamandayız. Bir kanıta ihtiyaç duyma sebebimiz ise artık var olmayan, kaybettiğimiz bir dürtü; Hayatta kalma dürtüsü. Sadece karşıdan karşıya geçme esnasında bir araba çarpmak üzereyken ya da bir hayvanla gözgöze geldiğimizde yaşadığımızı anımsadığımız bir dünyada, hayatta kalma dürtüsünün ne olduğundan habersiz güne başlayıp, aynı şekilde günü bitiriyoruz.
Kaybettiğimiz bu dürtüyle dünya mutlak bir şekilde algılanıyor. Her şey bizim dışımızda varmış gibi, hiçbir şeye bir etkimiz yokmuş gibi yaşıyoruz. Bakarak ve dokunarak şekil verdiğimiz bir dünyada değilmişiz gibi. Dünya ile etkileşim kurmanın yollarını kapatmışız, bağlantılarını koparmışız.
Bu kopukluk sadece 'var'ım dedirtiyor. Ama varoluşun tanımı bu değil. Varoluş bir örme, dokuma, oyma, kakma, kazma, boyama eylemi. Varoluş, yapmak, kurmak, bozmak, tekrar yapmak, tekrar bozmakla var. Aldığın nefesle hava akımının değişmesi ve başka nefeslerden doğan rüzgârların sana değmesi ile var.
~
Yıllar önce Sigiriya'ya tırmanışımızı hatırlıyorum. Tam 1200 basamakla çıkılan, eski bir krallığın tarihi kalıntılarının olduğu bir kaya Sigiriya. Fazla kalabalık olmayan bir turist grubuyla yukarı yavaş yavaş tırmandık. Eşsiz bir manzara bize eşlik ediyordu. Bir aile dikkatimi çekmişti. Küçük çocuklarını sırtında taşımaktaydı baba. Nemli sıcak havayı, yer yer oldukça daralan dik merdivenleri göz önüne alırsak oldukça yorucu bir tırmanıştı. Tepeye vardığımızda geride bıraktığımız her şey küçülmüştü ve büyüleyiciydi. Tüm krallığın toprakları ayaklarımızın altındaydı. Çocuğunu sırtında taşıyan aile de, bizim hemen arkamızdan tırmanışlarını bitirdi. 2 veya 3 yaşlarındaki çocukları yere iner inmez, hemen oracıkta oturup kumları eşelemeye, etrafındaki taşlarla, toprakla oynamaya başladı. Biz büyükler, fotoğraf çekme derdiyle uzaklara odaklanmışken, bu minik çocuk ne kayayı, ne uzakları umursuyordu. Önündeki kum yığınına büyük bir dikkatle konsantre olmuştu. Hiç unutmadığım bir andı. Beni neden bu kadar etkilediğini çok düşündüm. Dünya ile bağ kurması, ona dokunması ve içten gelen bir dürtüyle hemen şekil vermeye başlaması olağanüstüydü. Biz ise uzaklardaydık, izleyiciydik. Anlam arayışındaydık, duygu arayışındaydık. Elimizi uzattığımız an kuracağımız bağın farkında bile değildik. Ulaşamadığımız şeyin özlemiyle yanıp tutuşuyorduk. Oysa o şey yanıbaşımızdaydı ve ona dokunmuyorduk.
~
Evren durmadan genişler. Yıldızlar, gezegenler gitgide birbirinden daha çok uzaklaşır.
Bazen olan biteni anlamak için uzaya bakmak gerekir. Bizim de yaşadıkça etrafımızdakilerle olan mesafemiz artar. Git gide uzaklaşırız. Doğdumuz yer ile, aile ile, sevgili ile, hatta yaptıklarımız ile bile gitgide artan mesafeler girer aramıza. Buzullar erir, sular yükselir, kıtalar ayrılır. Yazmakla, resim yapmakla, rutinlerle olan yakınlığımız kaybolur. Kaybolmak tanıdık olmayanın belirmeye başlaması, kaybetmek ise tanıdık olanın elimizden kayıp gitmesidir, der Solnit**. İzin verirseniz bu fenomen diye tanımlayacağım olayda her ikisi birden gerçekleşir. Hem kaybolur, hem kaybederiz. Ve hem kaybolmamaya, hem de kaybetmemeye çalışırız. Bir zamanlar hayatımızda olanı tutmak için çaba harcarız. Ama dostlarım, duygular yetmez buna. Bir zamanlar çaldığın piyanoyla aran giren mesafeyi özlem yakınlaştırmaz. Sevdiğin insanı hiç bir duygu yanında tutamaz. Bağ kurmak bir olta atıp beklemek de değildir.
Bu noktada balıkçıların hiç anlaşılamayan ısrarları, pasifleşmiş umutlarından bahsedebilir miyim? Her birinin yüzünde ve fiziksel duruşlarında beliren aynı vazgeçmişlik ifadeleri bir tesadüf mü acaba? Peki ya örgü örenlerin bağlarını örerken ortaya çıkan şiirselliğe ne demeli. Bunları yazarken bileklik örüp, manastırda dağıtan rahip geldi aklıma. Karışısına oturduğumda, önce beni kutsadı, sonra bileğime bir bileklik taktı. Yaşamlarımızda kurulmaya çalışılan bağların sembolü belki bu düğümlerdir, bu inanışta. Belki de sembolü değil, kendisidir. Her dindeki ritüeller gibi.
Bağ kurmak çaba ve emek gerektirir. Hem de hiç durmadan. Bir ömür.
~
Kaybeden kayıplara kopuk deriz. Kopmuş deriz. Bakışlarında bile belli eder, dalgalarda boğuşan teknede tutunamadığını. Şu bakışlar ele vermez mi, ne kadar tutunmaya çalıştığını ve ne kadar tutunamadığını. Bu yazıyı yazarken, parkta rastladığım terk edilmiş bir köpek ve bakışları vardı hep aklımda. Üstteki fotoğrafa dikkatli bakarsanız görebilirsiniz onu.
*matutolypea: Sabah uyandığında hissettiğin üzüntü duygusu.
**Rebecca Solnit, Kaybolma Kılavuzu kitabından.