İNSAN

1.BÖLÜM
Şehre tam on iki sene önce bir kış günü geldim. Önce ev aramaya koyuldum. Evim için bir semt seçmem gerekiyordu. Her semt bir sınıfa aitti ve ben hiçbir sınıfa ait değildim. Tarafsız bir bölge ararken, bütün bu sınıfların ne kadar sıkı örüldüğünü fark ettim.
İstanbul, irili ufaklı bir çok topluluğun oluşturduğu bir toplum düzenine sahip. Her bir topluluğun kendi içinde birleştirici kodları var. Mekânlar, (restoranlar, spor salonları), eylemler (mangal yapmak, balık tutmak) yaptıkları işleri ve gelirleri gibi. En büyük birleştirici kod ise semtleri. (Cihangir, Aksaray, Bebek, Kasımpaşa gibi) Her topluluk diğer topluluğu hor görüyor, nefrete varan keskin ve ağır hisler besliyor. Her birinin kendi giyim tarzı, saç kesimi, hareketleri, yaşam şekli, inanma şekilleri, ev düzenleri var ve en önemlisi dışarıdan kimseyi kendi içlerine kabul etmiyorlar.
Ama benim bunları fark etmem çok geç olacaktı. Dahil olmaya çok çabalayacaktım. Önyargı yabancılara sapladıkları ilk ok ve tek zırhın özgüvenin. Ben savunmasızdım. Kere kere yargılandım. Her yargıda yaralandım.
Özgüvenin ne olduğunu çok sonra kavrayacaktım. Özgüven, olduğum insanın bir yapı taşı olmadığından, tanımladığım veya eksikliğini hissettiğim bir şey değildi.
Zamanla bir işim, bir evim, bir sevgilim, sevdiğim bir sokağım, bir marketim, bir kitapçım, bir kafem, orada hep içtiğim bir kahvem, bir telefon numaram oldu. Ama hiç dostum olmadı. Hiçbir sınıfa ait olamadım. Bir kimliğim var sanıyordum. Oysa sadece bir kimlik kartım vardı. Grupların parçası olmaya çalıştım. Doğum günlerine katıldım, düğünlerine gittim, yemeklerine dahil oldum. Ellerimi uzattım, kollarımı doladım, bildiklerimi anlattım. Ama olmadı. Ben başka biri oldum. Eğlenceli, komik, şarkılar söylemeyi seven, gitar çalan, gittiğim her yerde kendime yeni arkadaşlar bulan biri iken ve beni dinleyen, fikirlerimi seven, heyecanlı muhabbetlere daldığım insanlarla, dostlarla çevriliyken; içe kapanık, konuşmayı sevmeyen, kimsenin dinlemediği, umursamadığı, iletişim becerileri gelişmemiş bir insan oldum. Onlar beni böyle gördü. Beni kendi içlerinde öyle tanımladılar. Toplumun gücünü burada hissettim. Toplum, içindeki insanı nasıl görüyorsa ona dönüştürüyor. Birisi seni görür görmez, at üzerinden şu ölü toprağını dediğinde, ölmüş oluyorsun.
Olduğun kişi ile, insanların olduğunu sandığı kişi arasında bir uçurum var. Ve sen de, insanların olduğunu sandığı kişi olduğunu sandığında, o uçurumdan atmış oluyorsun kendini. Her seferinde yeniden, tekrar, tekrar.
Bir intihar şekli.
-
Bir gün, bir kafede iki kadının konuşmasına kulak misafiri oldum. Arkadaşlarının onlar için anlamsız gelen tavırlarını, hareketlerini konuşuyorlardı. Ama kendileri üzerinden değil. Kendileri dokunulmazdı âdeta. Artık tek bir çizik dahi atılamayan bitmiş heykeller gibiydiler. İnsanları kendilerinin dışından, oldukları insandan sıyrılarak eleştiriyorlardı. Bu tutum tam da bu topluma göre. Ama onların bakış şekilleri bende bir şeyleri uyandırdı.
-Tam bir İstanbul insanı, dedi biri diğerini.
O an, minik halojen ampullerim ışıldadı.
Dünya tersine döndü, ben amuda kalktım. Yer çekiminin olmadığı, aslında kütle çekiminin olduğunu buldular. Bütün kitapları yaktılar. Gezegenlerin sayılamayacak kadar çok olduğunu buldular. Evren genişliyordu. Ay uzaklaşıyordu. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Bilindiği gibi de değildi. Sadece inanılan şeylerin gerçekmiş gibi gösterildiği bir dönemdi.
Ben uyandım.
Kendimin dışına çıkmayı başardım. Kendimin dışına çıkarak bakmaya başladım. Bir astronot oldum, dünyama uzaydan baktım. Bu satırları yazabilmem bu sayede oldu. Kendimi suçlamayı, neden diye sormayı bıraktım.
Dostlarım; Bu toplumun insanlarını biraz anlatmaya çalışacağım. Bir el kitapçığı, bir kullanma kılavuzu, bir harita okuması gibi.
Bu topraklarda yaşayan insanların bir belgeselini çekseydim, izlediğim o hayvan belgesindeki ilk cümleyi kullanırdım.
-‘Ya av olursun ya da avlanırsın’
İşte böyle düşünerek yaşamlarını geçirirler. Canlıların bu zavallı türü avlanmadıklarında öleceklerini zannederler.- Nedense bir etkileşim olmadan da yaşanabileceğini kavrayamamış bir toplum içindeyiz. Bir alışveriş yapmak zorunda değiliz. Birbirimiz için bir şey hissetmek, tanımlamak, bir şey yapmak zorunda olmadığımız gibi.
İki insan arasındaki ilk temas olan selamlaşma, bir toplumun aynası gibidir. (Hatta burada bir yazımda uzun uzun bahsetmişim selamlaşma şekillerinin doğurduğu anlamlardan) Selamlaşmaları, sınıfçı olmalarının bir göstergesidir. Bir kişi, selamlaşmak için seni öptüğünde, seni kendi sınıfına çeker. Öpenler hep öpülmeyi bekler. Öpülenler öpeceklerini ayıklar. Öpülmeyi bekleyenlerin öpülüp öpülemeyeceği bir merak konusudur. Bir de sarılmak, tokalaşmak gibi gizli anlaşmalar vardır. Öpülmekten, sarılmak ve tokalaşmaktan kaçanları da unutmamalı. Ama en bilinmezi iki farklı sınıftan olan bireylerin bir araya geldiğindeki selamlaşma tutumlarıdır. Güç savaşları, egoizm dalgaları, yüceltme veya aşağılama seremonisi diye tanımlayabiliriz. Tayland’a ilk gittiğimde,(ki bu ilk uzak doğu gezimdi) (böyle bir selamlaşma ritüelinin olduğu, kafamın bu konuda tamamen karma karışık olduğu bir ülkeden gittiğimi düşünün), selamlaşma şekillerine bayılmıştım. Burada yaşayan insanlar, çok kibar bir şekilde, karşısındakiyle hiçbir fiziksel temas olmaksızın sadece ellerini kalplerinin üzerinde birleştirip başlarını eğiyorlar. Herkese bunu yapıyorlar. Sırf bu hareketleri bile toplumun yapısını değiştiriyor diye düşünüyorum.
Bu noktada pandemiyle beraber selamlaşma şekillerimizin ortadan kalkmasına çok sevindiğimi söylemeliyim. Bu sayede herkese eşit davranmaya başladık. Selamlaşmadan önce karşımızdakini yargılayıp, şekil verip, analiz edip ona göre bir selam vermeyi bırakmış olduk. Bu bile, en basit anlamda, herkesi görür görmez yargılama huyundan vazgeçirebilir toplumu belki de.
-
Yazı çok uzadığı için ikiye böldüm. Toparlanmakta zorlandığım uzun bir yazıya dönüştü. Altına yorum bırakabilir, düşüncelerinizi, sevdiğiniz, cümleleri, kelimeleri paylaşabilirsiniz.
-
Not: Görseldeki çalışma Naji Chalhoub'a ait. Lübnan asıllı olağanüstü bir sanatçı.