SESLER, YAĞMUR VE ÖLÜM ÜZERİNE NOTLAR
20.04
Sanırım dünyaya yeniden geldim. Matematiği, fiziği, kimyayı baştan öğrenmek istiyorum. Masamın başında, defterimin sayfalarında hayallere dalmak, dünyayı baştan yaşamayı, seçimleri tekrar yapmayı istiyorum. Bu bir geçmişe dönme isteği değil. Tekrar yaşama başlama isteği. Yolun ortasındaki yeni bir başlangıç gibi. Sonraki yaşantımı ve düşüncelerimi tamamen değiştirecek bir düğüm seçmek, ve onu çözmeye çalışmak. Suya tekrar ilk kez dokunma hissini yaşamak ve bu defa aklımda tutabilmek istiyorum.
02.05
Ölümden sonra dünyaya geri gelme fikrini düşünüyordum, bir karıncanın yaşamını kafamı toprağa koymuş izlerken. Neden bir karınca olmadığımı, bir kuş ya da bir ağaç olmadığını anlamaya çalışıyordum. Düşünsenize şu canlılar dünyası denen şey, aklın almayacağı kadar çok ruhun dolanıklığından ibaret. Ve ruhun uğradığı bu bedenin rastgeleliği ne kadar olağan geliyor bize. Sonraki hayatımda başka bir bedende yine insan olursam -ki insan olmayı yine gerçekten isterim; bir sesin, bir sözün, bir rengin güzelliği ile tanışmaktan mahrum kalmak istemem doğrusu.- görünen o ki, Hindistan'da kalabalık bir ailenin köhne ama renkli bir evinde dünyaya gelme olasılığım çok yüksek. Hayal kurması, güzel bir seyahat gibi. Gül yağlarının, baharatlı yemek kokularına karıştığı o dar sokaktan koşuyorum. Kıyısından, köşesinden yaşama tutunmaya çalışıyor gibi gözüken, ama yaşamın bana tutunduğu bir çocuğum. Mekong Delta Nehri üzerindeyim, başka bir yaşantımdaki ailemle. Küçük teknemizde karpuz, ananas ve hindistan cevizi satıyoruz. Sürekli yağan yağmurlarda üzerimizdeki kıyafetleri kurutmaya çalışıyoruz. Ama hava çok nemli. Biz buna alışmışız, kıyafetlerimize sinen nem kokusuna. O yüzden büyüdükçe duyumsamamaya başlıyorum. Bir apartman dairesindeyim şimdi de, çok katlı bir binanın 14. katı. Küçücük bir daire, yerler taş. Bir masanın altını evim yapmışım. Hayal kuruyorum. Bu yazıyı yazabilecek bir yaşamın hayalini.
Nerede doğarsam doğayım buraya, bu olduğum insana gelir miydim acaba; O sesle, sözle, renkle tanışabilen insana.
(Bu arada yeniden dünyaya gelme hayallerimi kurarken hep küçük bir çocuğum. Belli ki hafızanın oluştuğu bir dönemden başlıyorum hep)
-
'Ve..'* diye bir kitapla tanıştım. David Eagleman'n ölümden sonrası için yazdığı kısa öyküler. Düşüncelerin kitaplarla kesişmesi harika değil mi. Evrenin seninle konuşma şekli ya da sana gönderdiği mektuplar gibi. İlk öyküyü çok sevdim. Ölümden sonra tüm deneyimler yeniden yaşanıyor öyküde. Ama olayların dizilimi farklı. Belli bir niteliği paylaşan tüm anlar bir araya toplanır. Yani otuz yıl uyuman, beş ayını tuvalette geçirmen gibi. Tüm acılar yirmiyedi saat sürer, onyedi dakika sevinç duyarsın, iki gün ayakkabı bağlarsın, onsekiz gün buzdolabının içine bakarsın, üç gün restoran bahşişleri hesaplarsın, yetmiş yedi saatin akıl karışıklığı ile geçer.
Benim en sevdiğim kısım ise. 'Bir dakika boyunca düştüğünüzü hissedersiniz.' oldu. Ah müthiş. Kalbimden yakaladı. Demek ki bütün o kısa aralıklar bir ömrün bir dakikasına sığıyormuş.
*Kitabın tam adı: Ve.. : Sonraki Hayattan Kırk Öykü
-
08.05
Yağmur yağıyor. Yağmurun yağmasından daha güzel bir şey yok. Sanki bugüne kadar duymadığın sessizlik duyulur olur. Durursun, ve durmanı haklı çıkarır dünya. Şu yarattığı hafif karaltı, kayganlaşan düşünceler, kendine çeken toprak, üşümekle üşümemek arasında salınan beden.
Ve tam şu anda bana eşlik eden kelimeler.
-
Aklım dün akşam izlediğim Max Richter belgeselinde. Onu ilk defa Vietnam seyahatimden dönerken uçakta dinlemiştim. Geceydi. Gökyüzü, ki bu yükseklikten ondan uzay diye bahsetmek istiyorum büyüleyici bir koyulukta, yıldızların parlamasına izin veriyordu. İşte bu kara maddeyi anlamaya çalışan bilim adamlarıyla aynı boşluğa bakıyor, ve bilinmeyene isim vermekteki becerilerini bir sanatçı edasıyla gülümseyerek düşünüyordum. Havada asılı kaldığım an, aslında iki dünya arasında asılı kaldığım bir andı. Asyanın beni başka biri yapan dünyası ile başka birine dönüşen ben'i kaybetmemeye çalışarak günlerin geçeceği dünya, iki dünya. Önümdeki ekranda Max Richter'in adı belirdi, bir ay resmiyle. Kulaklığımı takıp, sesini açtım. Dinlemeye başlar başlamaz sanki ilk defa sesleri duyuyor gibiydim. Yaşadığım tüm anılar, tanıştığım tüm insanlar, kısaca geride kalbimin bir parçasını bıraktığım her yer ve her an, bir süzgeçten yavaş yavaş geçiyor ve parçalanıp üzerime yağıyor gibiydi. Sanıyorum hiç bir müzik, hiç bir ses beni bu kadar etkilemedi. Sanki içimdeki tüm duyguları çekip çıkarıyor, birbirine doluyor ve sonra seni onun üzerine yatırıyor gibi. Ağlamam kendini kabullenişe, bırakışa ve en sonunda uykuya dönüştürdü. Max Richter'in istediği gibi.
-