DÜNYAYA DOKUNMAK
Modern yaşamın, bize yaptığı en belirgin, ama en görünmez şey kendimize ördürttüğü dokunulmazlık duvarları oldu.
Hayatı bir camın arkasından izledik. Varlığı yalıtılmış ele aldık. Her şeye eldivenle dokunduk, gözlükle baktık ya da bir ekranın arkasından izledik her şeyi. Hiçbir yere değmeden yaşadık. Küçükken umumi bir tuvalete girdiğimizde annemizin yaptığı uyarı tüm hayatımız içindi. ‘Aman sakın bir yere değme.’ Değmeden yaşa.
Modern yaşamın mimarlığı da bu duruma yardım etti. El izi kalmayan tırabzanlar, ayak izi bırakmayan yerler, dokunarak, basarak aşınmayan yüzeyler. Düşündüğümde tüm uyarılar aynıydı : ‘‘Buraya yaslanmayın, buraya dokunmayın, buraya basmayın. Buraya yaklaşmayın bile.’’ Onu bunu yapmama kuralları. Yapabileceklerin de, -tesadüfen yapmamana dair uyarı levhası olmayan eylemler- anne babalarımız ve öğretmenlerimizin sözlü uyarıları ile engellendi. ‘Tırmanma düşersin, basma kayarsın, tutma yanarsın, elleme mikrop kaparsın, eğilme şeytan çeker, oynama eline batar, suda uzaklaşma boğulursun, koşma ayağın takılır kafanı çarparsın, güneşte durma başına güneş geçer, soğukta durma zatürre olursun, rüzgarda durma üşütürsün, atlama bir yerini kırarsın, iyice çiğne boğazına takılır.’ Kim düşmek, yanmak, hasta olmak, boğulmak, üşütmek, kaymak, kafasını çarpmak ister ki. Sonuç tahta bir sırada, çantan arkanda, sınırlarını aşmadan geçirdiğin on yıllar. Sanki dünyaya fırlatılmışsın gibi. Sanki dünyada kapladığın yer fazlaymış gibi. O yüzden belki de o sırada otururken, çantam hep arkamdaydı.1
Bir gün, hiçbir şey yapmadan, hiçbir yere dokunmadan yaşamaya çalıştığım sıradan bir yaz günü, bir kamp alanında toprağın üzerine uzandım. 15 ya da 16 yaşındaydım. Uzun çam ağaçlarının arasında, dökülmüş diken yapraklarının üzerinde gökyüzünü izledim. Ve bu galiba benim o zamana kadar yaptığım en çılgınca şeydi. Bir anlıktı bu. Kısa bir an. Babamın bağırmasıyla irkildim ‘‘-Kalk oradan ne yapıyorsun? Bizi delirtecek misin?’’ Bu sadece tek bir komuttu. Diğer komutlar gibi devamı yoktu. Bunu yapma, şu olur gibi. Ama neden diye soramadım. Sadece toprağa kendini bırakmanın özgürlüğünü ucundan tattım. İlk defa dünyaya değdiğim, ama bunu çok sonradan fark ettiğim bir andı.
Dünyaya değmediğimi fark ettiğim ânı da çok net hatırlıyorum. Sevgili ile uzak topraklara yaptığımız ilk ziyaretti. Sri Lanka’daydık. Sigiriya kayasına tırmanacaktık ve bize yerli bir rehber eşlik edecekti. Adı Chia’ydı. Orta yaşlarının sonlarında, açık mavi renkteki geleneksel kıyafetiyle o kahve tonlarının arasında varlığı asla unutulmayacak bir şekilde hafızamda, Chia. Ama onu ilk gördüğümüzde, ben ve sevgilinin dikkatini çeken çıplak ayaklarıydı. Taşlı topraklı 200 metre yüksekliğindeki Sigiraya yolunu yalınayak çıkıp iniyordu, günde 4-5 kere. Sevgili, tepeye vardığımızda ayaklarının altına bakmak istedi. Oturduk. Bize ayak tabanlarını gösterdi. Kalınlaşmış derisine yerden aldığı bir dal parçası batırmaya çalıştı ve dal kırıldı. Kalınlaşmış, hem formu, hem dokusu değişmiş ayak tabanına büyük bir merak ve hayretle bakarken, sevgili elini uzatıp dokunuverdi. Hafifçe bastırdı. Onu hissetti. Benim ise dokunmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Yıllar sonra, tüm kuralları, normları geride bıraktığımı sandığımda bile, hiçbir şeye dokunmamam gerektiğini düşünüyordum ve ben ona dokunmadım. Onun ayaklarının altına dokunmadım. Yeryüzüne dokunan, yeryüzünün değiştirmesine izin veren bir ayağı sadece gördüm. Onu anlamadım. Dünyaya değmeden, teğet geçerek yaşadığımı o an fark ettim.
-
Nabokov hayatını anlattığı kitabında2, çocukken tül perdenin üzerinden camı öptüğünü ve soğukluğunun dudaklarındaki hissini anlatır. Bu benim de anım, dünyayı tül perdenin arkasından öpmek. Okuduğumda anımsadım. Yazara teşekkürü bir borç bilirim. Bunu anımsamak ve bunu yapmış olmak iyi geldi.
-
Dünyaya fırlatılmış bir kütle gibi yaşarken3, bütün enerjimi ve kabiliyetimi bir duvar örmeye harcadım. Bu duvar benim çevre ile iletişimimi koparan, çevremde olup bitenden etkilenmediğim ve beni koruduğunu düşündüğüm bir duvardı. Ve son derece hijyenikti, tükürüğünü yutmazsan. Sana verilenleri -bilgiler, yiyecekler ve komutlar- bir kanaldan aldığın, bir şey vermek zorunda olmadığın, bir yaşam. Sonra da buna varlık dediler. Bu duvarla beraber yaşamaya.
Benim bir duvarım olduğunu, her gün benliğimin çevresine inşaa ettiğimi ilk Asya’ya geldiğimde farkettim. Oysa Asya’da evlerin bile duvarları yoktu. Mimarisi esnek, geçirgen, güvenlik kaygısı olmayan, kapıların anlam taşıdığı, izlerin olduğu, eskiyen, yıpranan, yaşayan bir mimariydi. Şehir yaşantımızdaki kapı, geçişi engellerken, buradaki kapı, geçişe izin veriyordu. Kapı şehirde; kilitlenmesi, kontrol edilmesi, kapanması gereken sert bir şey iken, burada; geçişken, açık, cömert, kibar ve yumuşak bir şeydi.
Böylelikle sürekli korunmam gerektiğine dair o çok güçlü, yeğin, artık bir içgüdü ile karıştırdığım bu öğretiyi bırakmam gerektiğini anladım.
Duvar kalktığında, dünyayı sadece duyu organlarımla ezberden değil, bütün bedenimle algılamaya başladım. Soğuk suya girdiğimde üşümüyordum. Soğuk’u üşüme hissinden ayırabilmeyi başardım. Bu sadece bir başlangıçtı.
Sonra varlık yeniden tanımlandı. Dünya sadece renkler, sesler, kokular vb duyusal niteliklerden oluşan bir yığın değil, kitapta yazdığı gibi4. 'Eğer öyle olsaydı özgül biçimlere ve yasalara sahip olurdu ve bir karşılaşma yerinden eksik olurlardı.'5 Bir karşılaşma. Ah karşılaşma kelimesi ne kadar muazzam. Yazara dönecek olursak, varlığı bu kadar güzel tanımladığı şu cümlesini buraya yazmak istiyorum.
‘‘Bütün özneler, tıpkı örümcek ağları gibi, şeylerin belli özellikleriyle ilişkilerini dokurlar ve bunları birbirine geçirerek varoluşlarını taşıyan bir ağ yaparlar’’
-
Tam burada okumaya ara verip bu güzel cümleyi sindirelim.
Ve devam edelim..
-
Dokunmadığınızda, dokunulmaz da oluyorsunuz.
-
Dokunulmayarak yaşamın olanaksız olduğunu söyleyen, yaşamı fotoğraflayan bir fotoğrafçının ‘Édouard Boubat’ bilgeliğine kulak verelim.
‘‘You cannot live when you are untouchable. Life is vulnerability.’’
Yaşamın savunmasız olduğu, ve dokunulmaz olarak yaşanılamayacağına dair bir söz. Savunmasız kelimesi çeviri için doğru bir kelime mi emin değilim. Savunulacak bir şey var ve savunmuyormuşsun gibi anlaşılıyor. Oysa herşeye açık olmak gibi bir anlamı var. Dokunmaya ve dokunulmaya, etkilenmeye ve etkilemeye, maruz kalmaya ve yapmaya.
-
Dokunmak bu dünyada yapılabilecek en anarşist, en kural-dışı şey. Bir başkaldırış adeta.
Çünkü insanlık bu dünyadaki herşeyi dokunulmaz ilan etmiş.
Dokunmak cesaret istiyorsa, hayatın da insanın cesareti oranında daralıp genişlediğini unutmayalım. Anais Nin’in yazdığı gibi.
-
Dünyaya dokunmayı, sudan bir baloncuğun içindeki havaya dokunmaya benzetiyorum. Yaşam, baloncuğu patlatmadan ona dokunabildiğinde başlıyor.
Bunu anlamanız, yani gerçekten dünyaya değip değmediğinizi anlamız için, ve şayet değmiyorsanız değme antremanları yapmanız için baloncuk sanatçıları var. Bazen sokak aralarında karşınıza çıkıp size olur olmaz büyüklüklerde ve şekillerde balonlar yapıp kendinizi test etmenize ve çalışmanıza izin veriyorlar. Size tavsiyem, büyük bir çoşkuyla değme antremanları yapan çocuklara katılmanız. Ve dünyaya bir an önce değmeye başlamanız.
-
Dokunmaya başladığımda yeni bir dil öğrenmeye başladım.
Bir kış günü çok soğuk bir suyun içine girdim. Vücudumu hissetmeyecek kadar içinde kaldım. Bedenimi hissetmediğimde düşüncelerimi hissettim.
Bir file dokunduğumda bütün ezberim bozuldu.
Bir taşa dokunduğumda ve taş ufalandığında dünyayı değiştirdim.
Bir yabancının dokunmasına izin verdiğimde iyileştim.
Dokunmaya başladıktan sonra görmeye başladım. Ayrıştırmaya ve farketmeye.
Ve dünyanın geçirgen olduğunu anladım.
Yasemin Özeri
Fotoğraf bana ait. Batur Dağı’nın zirvesinden.
Gelin burada dünyada kapladığım alanın hesabını yapalım. Tahta sıranın genişliği 40 cm olsa, ve çantamın tabanı 12 cm, kalan mesafe 28 cm. Oturduğumda sıraya, çantamın genişliğinin dışına taşmadığımı hatırlıyorum. Çantamın genişliği de 28 cm olsa, dünyada kapladığım alan 28 x 28 cm. Eşittir 784 cm².
Bahsedilen kitap, Vladimir Nabokov - Konuş, Hafıza
Kültür, topluluk, ve yaşam bu fırlatılmışlık teorisini desteklerken yıldız tozlarından oluştuğumuzu ilk okuduğumda içimde beliren o his.. -Ben buranın bir parçasıyım.-
Bahsettiğim kitap Bitkilerin Yaşamı - Emanuele Coccia
Aynı kitaptan alıntı.