KALINTILAR VE BULUNTULAR
1.Bölüm-Anımsamamak
Anımsamak kelimesinin İspanyolcası ‘recordar’, kalbi delip geçmek anlamına gelen re-cordis kelimesinden geliyormuş.1 Kalbimizi delerek geçen anılar, her seferinde, görünen o ki, değişerek zihnimize ulaşıyormuş. Yani her anımsama, derinlerden her çıkarışımız, anılarımızı değiştiriyor. Ve aynı anıyı tekrar çağırdığımızda değişmiş haliyle geliyor ve yine bu eylemden sebep değişecek. Demek ki, hafızanın kayıtlarına iyi bakmak istiyorsak, onları yerlerinden hiç çıkartmamız gerekiyor.
Mimarlık okuduğum zamanlarda, mimarlık tarihi dersindeki bir görseli çok net hatırlıyorum. Hoca ekibiyle bir kazı alanında, eski bir uygarlığa ait bir tiyatroyu nasıl günışığına çıkardıklarını anlatıp fotoğraflarını göstermişti. Toprak altında binlerce yıl sakin sakin bozulmadan kalmış olan bu yapı, günışığına çıkarıldığı andan itibaren korunamadığı için adeta erimişti. Bir sene sonra aynı yerden çektiği ve üzülerek baktığımız fotoğrafları göstererek, bu topraklardaki tarihin toprak altında kalmasının daha iyi olacağını, artık kazılara katılmadığını söylemişti. (Bu son kısmı uyduruyor olabilirim, sonuçta bu da bir anı) Bir güzelliğe iyi bakamayacağımızı düşündüğümüz için, onu hiç görmemeyi tercih etmek üst bilincin en tepe noktası olmalı insan için.
Anılar da böyle; Erimelerini istemiyorsak oldukları yerde bırakmalıyız. Onları çok sık anımsamak, bizi geçmişe yakınlaştırmak yerine, uzaklaştırır.
Zamanın katmanlaşarak geçmişini oluşturması ve aralarında antik tiyatrolar misali kalan anılar, kalıntılar..
Ve insanı kendi yapan tüm bu katmanlar, topraklar…
Böylece ben bir süre önce anımsamamayı seçtim. Okul yıllarımı, çocukluğumu geçirdiğim lojmanı, bakmaya çalıştığımız kuşun ölümünü, köpeğimi, hayalî arkadaşlarımı, hepsini hafıza katmanlarımın arasında fosilleşmeye terk ettim. Olayları, insanları, yaşadıklarımı anımsamamaya çalıştım. Bu beni hem olduğum yere ve âna bağladı, hem de pişmanlıklarımı, üzüntülerimi dindirdi. Sanki beni geçmişe saplayan o ağır, sivri uçlu hani ilk insanların hayvan derilerini yüzmek için kullandıkları taş aletler misali derimi yüzen keskin aletten kurtardım kendimi.
-
2.Bölüm-Anımsamak
29.10 Paris’te bir hafta geçireceğimiz evimize yerleştik. Evimiz, bizim olabilecek bir eve benziyor. Duvardaki tablolar, evin renkleri hiç bize ait olmamış ama olabilecekmiş gibi olan bir bağ kurdurtuyor. Ne tuhaf. Küçük bir avlumuz var. Dışarı çıkıp hemen sağa dönünce bisikletlerin olduğu sokağın başına çıkıyoruz. Aklımızda bir sürü sergi gezmek var. Ama bisiklete biner binmez, sadece bisiklete binmek istiyoruz. Bu şehre asıl gelme amacımız bir ‘oyun’. Benim çok sevdiğim bir dans koreografına ait; Alexander Ekman. Adı ‘Oyun’.
‘Oyun’ hakkında hiçbir şey okumadım. Sadece internette bir kaç sahnesini gördüğümde izlemek için içimde büyük bir arzu uyandı. Bedenle, hareketlerle kendini ifade edebilmek bana çok büyüleyici geliyor. Bir oyunu izlemek için o kadar yol gitmek ise benim için gizli bir haz taşıyor. Sevgilinin hiçbir şeyden haberi yok. O sadece benim onu yönlendirmemin ve hiç plansız sağa sola gitmenin hazzını yaşıyor.
01.11 Yarım saatlik bir bisiklet sürüşünden sonra Opera binasına ulaşıyoruz. Meydanın tam ortasına konumlanan Opera binasının hiç önünden geçmediğim bir yüzeyinden içeri girebilmek için sıraya girdiğimiz an yağmur başlıyor. Kapı kocaman bir salona açılıyor. Bir kat yukarı çıkıp birer içki alıyoruz. Dışarıdaki yağmuru izlerken, beklemek ne keyifli diye düşünüyorum. Operanın muazzam salonuna girip oturduğumuzda yine beklemenin keyifli kollarına bırakıyorum kendimi. Her şeyin değişeceği bir an. Derken perdenin önünde bir dansçı beliriyor ve dans etmeye başlıyor. Gösteri başlamadan önce bizi oyalamak ister gibi, ya da küçük bir aperatif. Sevgili perdede bir delik gördüğünü ve ordan birisinin salona baktığını söylüyor. Anlaşılan tek bir göz boyutunda olan delikten, eski zamanlardaki gibi izleyicilere bakıp yerleşip yerleşmediğimizi kontrol ediyorlar. Ne kadar uğraşsamda desenlerin olduğu perdedeki deliği göremiyorum. Ama fikir hoşuma gidiyor. Bir performans sanatçısı olma düşünü yaşıyorum. Bir delikten bakıp heyecanlanmayı hayal ediyorum.2
Ve perde açılıyor. ‘Oyun’ bugüne kadar izlediğim en muhteşem ve etkileyici gösteri. Büyüleniyorum. Kendimi bir çocuk gibi hissediyorum. ‘Oyun’ da zaten unuttuğumuz bu hislerle ilgili. Çocuk olmak, eğlenmek, oyun oynamak, gülmek, saçmalamak gibi. İki saat boyunca başka bir gerçeklikteyim. Duygularım süzülüyormuş gibi. Ses, ışık, kostüm ve danslarla beraber soyut bir dünyanın içerisinde dans ediyorum.
Gösterinin sihirli kelimesi ‘oyun oynamak’. Bunu hatırlamak istiyorum. Binlerce top yağdığında sahneye bunu unutmak istemiyorum. Gösteri bittiğinde ve oynamamız için üzerimize kocaman balonları attıklarında bu duygunun fosilleşmesini istemiyorum. Ve sanki bundan haberdârmış gibi Ekman, yani unutmak istemediğimden, dansçılar üzerimize o sahneye yağan yeşil topları atıyor.3 Bir tanesini yakalıyorum. Topu cebime koyup bütün gün onunla geziyorum. İçerisinde çocukluğum, hayalî arkadaşlarım, köpeğim ve oynadığım tüm oyunların hisleri var. Onu yanımda evime getirdim.
-
İçim; uçsuz bucaksız topraklarım. Altında hazineler, cesetler, kalıntılar, tüneller, kökler var. Yüzeyinde ise bitkiler, ağaçlar, kayalar, dağlar ve yer yer çukurlar, eski kazılardan kalan. Artık kazmayı bıraktım ama yine de yağmurlar yağıyor, rüzgârlar esiyor. İklim değişiyor, depremler oluyor ve seller basıyor. Yeryüzümüz değişiyor. Ne aynı kalabilir ki zaten? Bunu anlamak mı yaşamın gizi? Yürüyorum. Bir taş buldum. Hangi dönemime ait bilmiyorum. Bu topu ise biri attı topraklarıma. Gizli gizli oynuyorum.4
Eduardo Galeano’nun ‘Kucaklaşmanın Kitabı’ adlı kitabından alıntı. 17. sayfa
Bu topun ve taşın fotoğrafı için bakınız ilk fotoğrafa :)
Editör: Begüm Koç