‘Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum.’
diye başlar o roman.1
Yaşadığımız hangi anların beynin dolambaçlı yollarından geçip hafızanın yüzeyinde yer edeceğini, ve olur olmaz zamanlarda fırlayıvereceğini, hangilerinin çektiğimiz onca fotoğrafa rağmen sular altında kalacağını bilemiyoruz. Biricik hayatlarımızın yaşadığımız her an sonrasında nasıl devam edeceği konusunda da tamamen hükümsüzüz.
Yani bizler yaşadığımız anların en mutlusunu habersiz yaşamaya mahkûmuz. Tüm fotoğraflar, hatıraları sakladığımız nesneler, yazılar kayıtsız… Yok olacak olanları, var etmek için yanlarına iliştirmeye çalıştığımız görseller, harfler, hikayeler, objeler hafızanla iletişim kuramadığı sürece anlamsız. Hafızanın yöntemlerinden de habersiziz. Anılama deposuna yakın olduğu için kokunun önemi biliyoruz. Ama kaydını tutamıyoruz. Onun kendi tuttuğu kayıtlar ise tamamen rastgele. Sinsice burun deliklerimizden girip, hayatımızın sonuna kadar yer eden bağlantılar kuruyor olaylarla, nesnelerle. Nerede, ne zaman karşımıza çıkacağını bilmediğimiz kokular, anıları da tutsak ediyor. Fotoğraf çekmenin ise ne kadar boş bir yöntem olduğunu anlamışsınızdır. Bir fotoğraf o yerin, o ânın anısını değil kendi fotoğraf olma anısını yaşatıyor. Yani bir fotoğrafa baktığımızda, o fotoğrafı gördüğümüz ilk an hafızamıza yerleşmiş oluyor. Hatırladıklarımızı hatırlıyoruz.
-
Romanın bu giriş cümlesinde, kalbine hançer saplanmış gibi hissettiren başka bir duygu daha var. Her insanın eminim ki, tattığı bir duygu bu. Sadece bugüne kadar anlatımı yoktu belki de. Bu ilk cümle o kadar değişik bir etki yaratıyor ki, zihninde o kendi bilmediğin en mutlu ânına dönüyorsun, ve tekrar tekrar tekrar geri dönmek istiyorsun. Sanki o ân bütün gezegenlerin tek bir sıra haline geldiği ve böylece ahengine kavuştuğu bir anmış gibi. O ânı o derece mutlu hissettiren şey sonrasındaki olağanlık ya da yıkım. Yıkım büyüdükçe, olağanlık genişledikçe cümleye kelimeler eklenmese bile anlamı derinleşiyor. Cümleyi ilk okuduğumda kendimi yanlışlıkla adım atmak üzere olduğum bir uçurumun kenarında buluverdim. Ve kitap sana diyor ki; Şimdi sana bu uçurumu anlatacağım, ve sen de kendi uçurumunu bulacaksın.
-
Hayatın oyunları yetmiyormuş gibi, hafızamızın oyunlarıyla da baş etmek zorundayız. Çok sıradan bir âna, (ki gördüğünüz gibi sıradan diyerek dünyayı kandırmaya çalışıyorum) bir sevdiğinle oturmuş kahve içtiğin bir âna geri dönmek gibi basit (hâlâ devam ediyorum kandırma çalışmalarıma) ve gerçekten küçük (işte şimdi dalga geçiyor olmalıyım) bir arzun oluyor. Üzerinde yolculuk yapabildiğin, özgürce her yerine gidip, her yerine dönebildiğin dünya, bu ânlara dönme konusunda taviz vermiyor. Zamana ayraçlar koyup geri dönemiyorsun. Ama ayraçlar koymaya devam ediyorsun.
İşte bu yazı, geçmiş bir ânın, en mutlu an olduğunu fark ettiğin ve bir şekilde geri dönme isteğini bırakamadığın duygusuna adanmış bir yazı. Bu duyguyu anlatabilen bir kelime yok. Zaten hangi kelime hangi duyguyu anlatabiliyor ki. Kelimeler de mi eskiyor? İçleri çürüyor, ve tamamen kullanılmaz hale mi geliyor? Şiirleri artık sadece müzelerde mi okuyabileceğiz?
-
‘‘Hayatı kontrollü yaşama arzusu, buna karşın her şeyin kontrolsüzce akması, ve bunu hâlâ kavrayamamış olmak.’’
Evet uzaya gönderdiğimiz, olur da başka uygarlıklar bizi bulursa diye insan hakkında olabilecek her şeyi yüklediğimiz o uzay aracının bir köşesine, ben de bu yazıyı sıkıştırmak istiyorum. Üzerine de -Lütfen dikkatlice okuyun- yazarak, yine bu kontrollü yaşama arzuma hafif gönderme yapıp, olası uzaylıların yüzünü güldürmek istiyorum.
Dünya, sevgili dünya oysa hep anlatıyor bunu bize. Mesela havayla anlatıyor. Yağmurla, karla, sisle, rüzgârla. Hava durumunu önceden söyleyerek sadece öyle değilmiş gibi davranıyoruz. Haberdar olmamız kontrol ettiğimiz anlamına gelmiyor. Ah ama kabul edelim, insanlık olarak kontrol etmek için yanıp tutuşuyoruz.
Kayaları yarıp akan şelaleler, şekiller yaratarak uçan sığırcık sürüleri, uçuşan tohumlar, düşerek öldüren hindistan cevizleri, kendini yedirerek öldüren mantarlar, dalgaların yuttuğu tekneler, yeryüzünde aniden açılan çukurlar, yüzmek zorunda kalan domuzlar2, şekillere girmeyen bulutlar, kanat çırpışları duyulmayan kuşlar,
ve karşısında biz.
Doğaya sürekli düz çizgiler çizmeye çalışan, biz.
Anları sürekli çerçevelemeye çalışan biz.
Kontrol edemediğimiz her şeyi istatistiklere döken biz.
-
Resimdeki kalıntı yazıt, Alberto Manguel’in ‘Geceleyin Kütüphane’ kitabının ilk sayfasında karşıladı beni. Fotoğrafın altındaki yazıyı aynı şekilde yazıyorum.
‘Bir Atina kütüphanesinden geriye kalan tek şey; ‘‘Birinci saatten altıncı saate kadar’’ açık olduğunu bildiren ve ‘‘kütüphaneden eserleri almak yasaktır’’ diye belirten bir yazıt.
Masumiyet Müzesi, bahsi geçen kitap.
Burada yazar, yuvaları yerle bir olduğu için boğazı yüzerek geçen domuz sürülerinden bahsediyor. Ve koskoca dünyada domuzların kendilerine yer bulamayışına hayıflanıyor.